16 Üniversite.
4 bin 529 öğretim üyesi.
En az iki kat idari personel.
108 ülkeden, 101 bin öğrenci.
Yükseköğretimimizin rakamsal tablosu işte bu.
Artan üniversite sayısı yanında adanın dört bir yanına yayılmış öğrencilerle son yıllarda ülkemizin yaşam şeklinde birçok değişim oldu.
Lefkoşa ve Mağusa’da yaşam 24 saate yayıldı, öğrenci odaklı yatırımlar her kentte tavan yaptı, Lefke ilçesi sınırlarında yaşayan insan sayısından fazla öğrenci bölgede ikamet eder oldu gibi…
Başbakan Erhürman’ın dediği gibi yükseköğretimin gelişmesi karşısında çok kültürlü yaşama alışamadık ve içimizdeki ırkçı duyguyu dışa vurduk.
YÖDAK’ın düzenlediği Yüksek Öğretim Strateji Planlama Çalıştayı, bazılarının sektör olarak değerlendirmekten kaçındığı ülkemizin lokomotif sektörü haline gelen yükseköğretim her yönüyle 3 gündür masaya yatırılıyor.
Açılış konuşmalarında dikkatimi çeken bazı değerlendirmeler üzerinden yükseköğretime nasıl bakmamız gerektiğiyle ilgili görüşlerimi paylaşmak isterim.
Mezunlardan başlamak gerek, çünkü üniversiteli işsizler üniversitelere mal ediliyor.
Ülkemiz üniversitelerinde okuyanların yüzde 15’ini KKTC vatandaşları oluşturuyor.
Bu da pazarın az bir payını ülkemiz gençlerinin oluşturduğu ve bu yönde yapılacak kontenjan sınırlaması gibi düzenlemelerin üniversiteleri rahatsız etmeyeceğini düşünüyorum.
Ama bu bölümden çok mezun var, buraya artık öğrenci alınmasın diye bir yaklaşımı benimsemem.
Gençlerin istediği bölümü okumasının önüne kimsemizin engel koymaya hakkı yoktur diye düşünüyorum.
Katlanarak artan üniversite mezunu işsizimiz olduğu bir gerçek.
Ama bu gençler üniversite okumasa yine işsiz olacaktı.
Ülkemizde üniversite okumayanların iş koşulu var mı?
Örneğin artık üniversite mezunu olmayan, hatta İngilizce yeterliliği olmayanların torpil kullanmadan kazanamayacakları polis münhal duyurularını görüyoruz.
Önemli olan gençlerin sevebilecekleri ve okudukları bölümün işini yapmanın heyecanını taşıyacakları bölümlerde okumalarını sağlamaktır.
Ve bir gerçeği de anımsamak gerek.
Üniversite mezunu işsizliğin ana suçlusu, “filanın çocuğu okudu da benimkisi mi üniversiteye gitmeyecek?” algısından kurtulamayan ailelerdir.
Üniversite sayısı da son yılların sektörle ilgili ana gündemidir.
Üniversite izinlerinin demokratik ve güçlendirilmiş bir YÖDAK’a devredildiği taktirde üniversite sayısının artmasına sıcak bakarım.
Bugünün tartışması Eğitim bakanlarının gelişi güzel ön izin dağıtmasının yarattığı gündemdir. Mevcut koşulda YÖDAK’ın tek yapabileceği kriterlerin yerine getirilmesini takip etmek.
Yapısını beğenmediğim YÖK, bugünün koşullarında üniversitelerimizin kalite standardını belirleme noktasında güvencemizdir.
Pazarın yarısını kaybetmeme adına üniversiteler YÖK kurallarına uyuyor ve son yıllarda oradan gelen talepler doğrultusunda nitelikte bir artışı gözlemlediğimi söyleyebilirim.
Elbette üniversitelerimizin mevcut durumu ideal değil, ama iyiye bir gidişatı da görmezden gelmemek gerek.
Hep üniversiteleri suçlayıp hep onlardan bir şey bekler pozisyonumuzu terk edip, ‘biz ne yaptık, ya da ne yapabiliriz e de odaklanmak gerek diye düşünüyorum.
Ülke nüfusunun 1/3’üne ulaşan üniversite öğrencileri için altyapımızda gerekli tedbirleri aldık mı? Onlarla aynı kenti paylaşmaya ne kadar hazırız? Gibi sorulara yanıt vermeliyiz. Özellikle belediyeler ve merkezi yönetim.
Bana göre en önemli sorun Afrika’dan öğrencilerin getirilmesi sürecidir.
Öğrenci adaylarına imkanlar ve koşullarla ilgili doğru bilgi verilmediği artık inkar edilemez bir gerçeğe dönüşmüştür ki, “sertifikalı ajanslar” tabiri konuşulmaya başlandı.
Yetersiz binası, hükümetlerin kontrolü üzerinde hissettirmekten geri durmadıkları, hatta daha da kendilerine bağlı bir YÖDAK yaratma gayretlerinin varlığını da sorgulatıp, üniversitelerimiz, öğrenciler ve ülkemiz için politikacıları benmerkezci anlayıştan uzaklaştıracak baskı unsurunu oluşturmalıyız.