KIBRIS

Kıbrıs’ta ve Dünya’da Gastro-diplomasi

Bunlardan en önemlisi bence 2001 yılında Annan planının sunulmasına kadar giden yolun açılmasını sağlayan rahmetlik Denktaş’ın dönemin Rum lideri Klerides’e kuzeydeki KKTC Cumhurbaşkanlığı sarayında verdiği yemekti. Bu yemekle Denktaş Bey ilk defa bir Rum lideri kuzeyde kendi sarayında ağırlamanın hazına varmıştı ama yemekten sonra başlayan diplomatik girişimler olayların tam olarak da onun istediği gibi gelişmesini engellemişti. Bu tip yemeklerde menü için seçilen yemekler bazen bazı siyasi mesajlar da içerebilir. Sanırım Denktaş Bey, Rumların çok iyi bildiği ve esprili bir şekilde sofralarında sıkça kullandıkları “imam bayıldı” yemeğini giriş olarak seçerek, Klerides’in yüzünde bir tebessüm yaratmayı hedeflemişti. Yani niyeti yemeğin sıcak bir ortamda geçmesini sağlamaktı. Bu şekilde Uluslararası toplum tarafından “Mr. No” veya “uzlaşmaz lider” imajını yıkmaya çalışacaktı. Tabii bunu yaparken de pozisyonundan bir inç uzağa düşmek istemiyordu. Adeta bir sempati manevrası yapmaya çalışıyordu. Yani kısacası zaman kazanmak istiyordu. Öte yandan menüdeki ana yemeğe baktığımızda Lagos balığı ve salata görürüz. Burada bir mesaj olduğunu sanmıyorum. Böyle olması belki de ikisinin de yaş itibariyle daha çok beyaz et yemelerinden kaynaklanıyordu. Tatlı olarak seçilen ekmek kadayıfı ise Klerides’in kendi fikriydi. Denktaş beyin davetini alınca “ekmek kadayıfı yaparlarsa” gelirim diyerek cevap vermişti çünkü. Bu yemekten sonra görüşmeler hızlanmış 2002 yılının sonunda Annan planının taraflara sunulmasıyla sonuçlanmıştı. Denktaş bey ise bu arada açık kalp ameliyatı olduğu hastanede ona iletilen hiç istemediği bir planla karşı karşıya kalmıştı.

Yemek diplomasisi veya diğer adıyla gastronomi diplomasisi (gastro-diplomasi) yüzyıllardır diplomaside kullanılan bir yöntemdir. Uluslararası veya siyasi taraflar arası ilişkilerde çok önemli bir yer tutmaktadır. Müzakerelerin yapıldığı ortamı ve diyalog çalışmalarının adeta olmazsa olmaz bir enstrümanı olarak genellikle karşımızda çıkar. Hazırlanan sofra, davetli devlet adamlarına veya siyasetçilere verilen önemi gösterir. Tartışma ortamlarını tetikler, yapıcı bir diyalog ortamı sunmaya çalışır. Örneğin 1789 Devrimi sonrası görev yapmış Fransa’nın ünlü Dışişleri Bakanı Talleyrand’ın İmparator Napolyon Bonapart’a “Bana iyi şefler verin, size harika antlaşmalar hazırlayayım” dediği söylenir. Aynı şahsiyet lezzetli ve iyi sunulmuş bir yemeğin diplomatların en büyük silahı olduğunu da iddia etmişti. Yemeğin lezzetli olmasının yanında sunuluşu veya türü de önemlidir. Örneğin Obama 2012 yılında dönemin Çin Başkan Yardımcısı Şi Cingping’in Washington’u ziyareti sırasında Çinli asıllı Amerikan vatandaşı bir şef kullanarak Çinli liderin hoşuna giden bir jestte bulunmuştu.

Yemekte neyin olması veya olmaması da siyasi olarak vereceğiniz mesajı şekillendirebilir ve hatta kalıcı olumlu veya olumsuz bir etki bırakabilir. Tarihe baktığımızda bunun birçok örneğini görebiliriz. Örneğin Halife Muaviye’den nefret eden ve bir dönem Fatımi halifesi olmuş olan Mısır sultanı El Hâkim, mulihiyanın en nefret ettiği Halife olan Muaviye’nin en sevdiğini yemek olduğunu bildiği için -kral yemeği olarak bilinen ve o güne kadar saray sofralarında hiç eksilmeyen- bu yemeği, bırakın misafirlerine sunmayı tüm ülkede tüketilmesini bile yasaklama yoluna gitmişti. El Hakim’i adeta peygamberleri gibi gören günümüz Dürzüleri ise hala daha mulihiya yemezler.

Tabii Devlet protokollerinde ne kadar ince düşünülse de bazen “kaş yapayım derken göz çıkarmaya” neden olan gastro-diplomatik tavırlar da hiç olmuyor değil. Örneğin Fransa’da Cumhurbaşkanı seçildikten sonra François Hollande ilk ziyaretini Almanya’ya yapmıştı. Oradaki ziyaretinde ise kendisine verilen resmi yemekte ona Almanların en sevdiği sebze olan beyaz kuşkonmaz servis edilmişti. Ama Alman protokol müdürünün bilmediği ve hesaplayamadığı şey kuşkonmazın, Hollande’ın en nefret ettiği sebze olmasıydı.

Buna benzer “skandallar,” Musevi dışişleri bakanına sunulan domuz pirzolasıyla veya Müslüman liderlere içecek olarak ikram edilen şarap gibi olaylarda da kendini zaman zaman gösterir. Psikolog Prof. Robin Dunbar. Birlikte yemek yemenin beyindeki endorfin kimyasalının salgılanmasına neden olduğunu ve endorfinin insanları sosyal olarak birbirine yakınlaşmasına neden olduğunu iddia eder. Aynı bilim adamı sofra için vakit ayırmanın sosyalleşme açısından önemli olduğunu ve bunun insanları fiziki ve ruhsal sağlığına çok yardımcı olduğunu da söyler. Officelerde, toplantı salonlarında çözülemeyen birçok konun güzel bir yemek ve birkaç kadeh içkiden sonra çözüldüğü çok gözlemlenmiştir. Siyaset bilimci Prof. Costa M. Constantinou, Eski Yunan’da genellikle bir zafer sonrası veya özel bir günde yapılan ve yemek sırasında ve sonrasında saatlerce devam eden içki faslı sırasında en önemli siyasi ve felsefi tartışmaların yapıldığı toplantılara Sempozyum adı verildiğini ve sadece “yüksek” sınıftan gelen erkeklerin katıldığı bu toplantıların Gastro-diplomasi kavramının ilk örneklerini teşkil ettiğini yazar. Yakın tarihimize baktığımızda ise Atatürk’ün ona hemen hemen her akşam kurulan çilingir sofrasında masa etrafına topladığı devlet ileri gelenleri ve önemli konuklarıyla en önemli meseleleri tartışması ve bu tartışmaların günün ilk ışıklarına kadar devam ettiğini sanırım bilmeyenimiz yoktur.

2000 yılından sonra ise gastro-diplomasi üzerine çalışan siyaset bilimciler gelişmekte olan bazı ülkelerin gastro-diplomasiyi devleti tanıtma siyasetine dönüştürerek daha yoğun bir şekilde kullanmaya başladığını iddia ederler. Özellikle Tayland’ın bunun başını çektiğini, 2002 yılında tüm dünyada 5,000 olan Tayland restoranlarının bu tarihte başlatılan Global Tayland kampanyasıyla 2013 yılında 20,000’e çıkmasıyla görebiliriz. Aynı bilim adamları yemek kültürünü tanıtmaya yaptığı bu yatırımla Tayland’ın tüm dünyada ülkelerine olan ilgiyi artırmayı başardığını, restoranları ziyaret eden birçok kişinin daha sonra ülkeyi de ziyaret ettiğini, bu arada Tayland yemek malzemesi ithalatında korkunç bir patlama yaşandığını belirtmektedirler. Bu başarıyı gözlemleyen Güney Kore gibi ülkelerin de kaynaklarını Tayland gibi Batı’da açılacak Kore restoranlarına akıtmaya başlamışlardır.

Tabii sofralar her zaman katılımcı bir ruh taşımamaktadırlar. Örneğin yakın tarihlere kadar en derin siyasi sohbetlerin yapıldığı Kıbrıs meyhanelerine genellikle erkekler katılmaktaydı ve bu da Meclis’e ve parti binalarına baktığımızda, meyhaneler gibi, son zamanlara kadar kadınları dışlayan mekanlar olduğunu görürüz. Tabii gerçi meyhaneler birçok sorunun çözüldüğü toplantılara da ev sahipliği yapmış olmalarına rağmen, içkinin dengesinin kaçtığı ata-erkil içgüdülerin dışa vurulduğu tartışmalara ve hatta bazen kavgalara bile şahit olmuştur ve olmaktadır. Bu da bize meyhane kültürünün atası durumundaki eski Yunan’daki Sempozyumları hatırlatmaktadır. Üst satırlarda, Eski Yunan’da yapılan bu tür toplantılardan söz etmiştim. Sadece erkeklerin katıldığı bu toplantılar bazen aynen bugünkü gibi aşırı sarhoşluk hallerinden sonra tatsız bir şekilde bitebilmekteydi. Şarap tanrısı Dionyisos’un sempozyumlardaki içki içme adabını şöyle anlattığı iddia edilir:

“Aklı başında bir adama sadece üç krater (şarabın suyla karıştırıldığı kap) hazırlarım: birincisi sağlığı için; ikincisi aşk ve haz için; üçüncüsü ise uyku için. Üçüncü krater bittikten sonra akıllı adam evine gider. Dördüncü krater benim değildir artık, kötü davranışa aittir; beşincisi bağırmaya; altıncı kabalık ve hakarete; yedinci kavga etmeye; sekizincisi mobilyaları kırmaya; dokuzuncu deprasyona; onuncu ise delilik ve kendini kaybetmeye.”

Meyhaneleri bir tarafa bırakıp gelin tekrar Mustafa Akıncı ve Nikos Anastasiadis yemeğine dönelim. Bu yemek maalesef 9 ay önce Crans Montana’da çöken sürecin yarattığı rahatsızlığın gölgesinde yapılacağı için zaten kimse tarafından olumlu bir sonuçla biteceği beklenmiyordu. Masadaki ortam Akıncı ve Anastasiadis’in üç yıl önce umut dolu bir ortamda şarap tanrısı Dionyisos’un gölgesinde içtikleri zivaniya ve bulundukları sofralardaki atmosferden çok uzaktı. Basın bile yemekten uzak tutulmuştu. Kıbrıslı Rum gazeteci Marilena Evangelou hayal kırıklığı yemeğini 22 Nisan tarihli Yenidüzen gazetesinde şöyle betimleyecekti:

Medyanın haber yapmak üzere yemeğin herhangi anında bulunmasına izin verilmemesi en hoşuma giden detaylardandı. Halen nedenini anlamış değilim. Neden? Servis edilen balığın çiğ olduğunu görmeyelim diye mi? Aynen genel olarak görüşme atmosferinin çiğ olduğu gibi… Başka bir açıklaması yok. Görüldüğü kadarıyla nihayetinde liderler akşam yemeğinde suşi yediler! Üzerine de tatlı olarak ekşimiş nor! Aynı iki liderin kendi tarafında açıklama yaparken ki üslupları gibi!